“Kâzım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz” kitabının yazarı Mustafa Armağan, “Kurtuluş Savaşı fikrinin 1919’da Mustafa Kemal’den çıktığı fikrinde değilim. Bu fikrin Kâzım Karabekir’den geldiği kanaatindeyim” dedi Kurtuluş savaşı fikri Mustafa Kemal’in değil! Resmî ideoloji ve aygıtları hızla çökerken tarihin kirli ve paslı sayfaları bir bir aralanıyor. Bugüne kadar milyonlarca çocuğa Millî Eğitim müfredatında öğretilen tarihin yanlış olabileceği dehşet verici bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Resmî tarih aleyhine söylenen her şey doğru olmasa da bunu tartışmak bile insanların geleceklerini kurgulamaları açısından önemli diye düşünüyorum. Bu noktadan hareketle, bu hafta Kâzım Karabekir’in anlatımlarını günümüz tartışmalarına ışık tutacak şekilde kaleme alan Mustafa Armağan’la yakın tarihi konuştuk. Kâzım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz kitabı yazarı olarak Genelkurmay’ın açıklamalarını kendisine sorduk… Genelkurmay yakın tarih çalışmalarıyla ilgili “Kurtuluş Savaşı saptırılıp, alternatif tarih yazıldığını esefle görüyoruz” dedi. Siz de Kâzım Karabekir’in İstiklâl Harbi’yle ilgili anılarını yayınladınız. Açıklamayla ilgili ne düşünüyorsunuz? Alternatif tarih dünyanın her yerinde var. Resmî tarihin olduğu her yerde alternatif tarih olur. Bundan kaçmak kurtulmak mümkün değil. Türkiye’de alternatif tarih yazıldığı kanaatinde değilim. Çünkü alternatif tarih, sadece çabalarla yazılacak şey değildir. Geleneklerinin oluşması esastır. Yani toplumun bir kesiminde savunulan bir dâvâ vardır. Bu dâvâ etrafında tarihçiler, bilim adamları, uzmanlar, ideologlar yetişir. Türkiye’de böyle belirgin bir ekol, gelenek yok. Ancak bir taraftan iyi ya da kötü millî görüş geleneğinden söz edilebilir. Yakın tarihle ilgili çalışmalarınızı nereye oturtuyorsunuz? Kendi çabamla Sivas’ta çıkan gazeteyi buluyorum. Gazeteyi okurken orada bir bilgiye rastlıyorum. O bilgiyi resmî tarih bilgileriyle mukayese ettiğimde bakıyorum ki değişiklik var. Bunu fark edip yazıyorum. Bu alternatif tarih değildir. Alternatif tarih dediğimiz şey Batı’da kurumlaşmıştır. Alternatifler de kurumlaşmıştır. Türkiye’de yazılan çizilen şeyler hakkında örgütlü tarih kurumları oluşmadığı için bunlar bu kadar korkulacak boyutta değillerdir. Alternatif bir tarih yoksa Genelkurmay’ın açıklamalarını nasıl yorumlamak lâzım? Bir kere tarihi tekeline almak Genelkurmay’ın işi değildir. Genelkurmay’ın emriyle yüzlerce tarih uzmanı doktora yaptırmışlar ve ATASE’de çalıştırıyorlar. Harp Akademilerinde yetiştiriyorlar. Fakat Genelkurmay’ın böyle bir görevi yok. Memleketin tarih gidişatına el koymak, gidişatı kontrol etmek, bu gidişata karşı çıkanları fişlemek gibi bir görevi olduğunu ben bilmiyorum. Varsa söylesinler! Dolayısıyla bu açıklamalara farklı açılardan karşı çıktım. Birincisi, alternatif tarih kötü bir şey değil. Üstelik, Türkiye’de pek alternatif tarih diye tarif edebileceğimiz bir ekol yok. İkincisi, Genelkurmay’ın görevi bu tür çalışmalara karşı çıkmak değil. Üçüncüsü de, biz Türkiye’de baştan itibaren Aydınlanmayı savunuyoruz. Peki, bu yaklaşımın bir Lisenko olayından farkı nedir? Lisenko, biliyorsunuz, Marksist teoriye aykırı olarak bir görüş geliştirdi. Ve sonunda dışlandı. Marksist ideolojiye karşı çıkan insanların süreçten dışlanmasından ve susturulmasından şikâyet edildiği bir dönemde bilimin önü açılsın, serbest düşünce olsun falan denildiği bir dönemde kalkıp da tarihçilerin yapmaya çalıştığı şeyi “ibretle, esefle izliyoruz” demenin aydınlanmayla alâkası olduğu kanaatinde değilim. Bu aydınlanmanın tam tersidir. Dogmatizmin bir etkisidir. Elinde silâh tutan bir gücün “çalışmalarını ibretle ve esefle izliyorum” demesi kabul edilebilir bir durum değil. Demokrasilerde böyle söyleyen bir kişinin istifası istenir. Batı’da alternatif tarih araştırmalarına bu kadar karşı çıkılıyor mu? Batı’da alternatif tarih her zaman teşvik edilir. Çünkü resmî tarihin göremediği, boş bıraktığı alanlar anlaşılır. Dolayısıyla tarih ne kadar farklı açılardan bakılırsa o kadar iyi meyve veren ağaçtır. Bundan rahatsız olmak yerine tam tersine alternatif tarihin kurumlaşması için bir teşvik politikası izlenmesi lâzım. Tarihçiler Genelkurmay’ın açıklamasına karşı arşivlerinizi açın çağrısında bulundular. Siz Türkiye’de Genelkurmay’ın ya da resmî arşivlerin sıkı sıkıya kapalı tutulmasını nasıl yorumluyorsunuz? Her devletin bir takım noktalarda sınırlandırma hakkı vardır. Meselâ İngiliz arşivlerine bakalım; 25 yılda açılacaklar vardır, 50 yılda açılacaklar vardır. Bunlar zamanı gelince açılır. Açıldıktan sonra içinde saklanması gereken bilgilerin varlığı anlaşılınca tekrar kapatılır. Fakat bunlar iç politikayla ilgili değil devletin dış ilişkilerini zedeleyecek bilgilerle ilgili konularda gerçekleşir. Türkiye’de temel kaynaklar noktasında büyük bir sıkıntı vardır. Nutuk malûm 1927’de basıldı. Bazı yerleri de yanlış basıldı. Eğer Kâzım Karabekir’in dediği doğruysa, kendi telgraflarından, kendi belgelerinden bir kısmı da Nutuk yazarı tarafından çarpıtılmış. Kâzım Karabekir bir telgrafından 28 kelimenin çıkarılarak ve 4 kelime eklenerek Nutuk’ta yer verildiğini söylüyor. Ve kendisinin söylediğinin anlaşılmaz hale getirildiğini iddia ediyor. Nutuk’un el yazısıyla kaleme alınmış formu Genelkurmay’ın kasasında kilitli. Bunun tıpkıbasım olarak yayımlanması lâzım. Ya da araştırmacılara bunun açılması gerekir. Yani Nutuk’un el yazısı formunda farklılıklar var mı diyorsunuz? Nutuk, 1927’de basılırken el yazısı nüshadan dizgi yapılıyor. Fakat ya dizgi yapılırken bir takım değişiklikler oluyor, ya da M. Kemal’in kendi tasarrufuyla bazı şeyler yayımlanmıyor. Ama burada tarihçiler açısından Mustafa Kemal’in basılmaya neyi uygun görmediği, neden vazgeçtiği, bu belgeleri neden kısalttığı gibi sorular önemli. Erzurum Kongresi açılış konuşması diye Nutuk’ta yer alan metin niçin orijinalinden farklı? “Zat-ı akdesi hazreti padişahi ile aramızdaki sırların şimdilik açıklanması uygun değildir” diyor. “Zât-ı akdesi padişah” Vahdettin. Sırları ise zafer kazanıldıktan sonra açıklayacağını belirtiyor. Neden bu bölümler çıkarıldı? Neden Erzurum Kongresi tutanakları 1992 senesinde Fahrettin Kırcıoğlu adında bir önemli araştırmacı zamanın Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’dan özel izin alarak fotoğraf çekinceye kadar piyasaya verilmedi. Neden Kırcıoğlu’nun bu hakikatleri yazan kitabını basmayı Türk Tarih Kurumu reddediyor? TTK, bunun için Atatürk’ün mirasından pay alıyor. Bunu basmayacak da neyi basacak! Kâzım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz kitabını yazdınız. Amacınız neydi? Kâzım Karabekir, Türkiye’nin doğusunda, batısında, kuzeyinde, güneyinde, hatta Azerbaycan’da çok sevilen bir kişilik. Hatta aleyhinde bu kadar lâf söylenmesine, dışlanmasına, kitaplardan isminin çıkarılmasına rağmen… Halkın bu kadar sevmesi bana bir ipucu verdi. Erzurum’da Bekir isminin bu kadar yaygın olmasının sebebi nedir? Erzurumlular, Karslılar yani o bölgenin insanları Karabekir’e biraz mitolojik bir şahsiyet olarakta bakarlar. Gerçekte İstiklâl Savaşı’nın galibi Karabekir’dir. Sonradan Mustafa Kemal’le İsmet Paşa onun galibiyetlerini kendilerine mal ettiler. Hakkını gasbettiler. Tüm bu unutturulma çabalarına rağmen halk unutmuyorsa demek ki orada bir şey vardır. 1908’den 1958’e kadar neredeyse 50 sene tek taraflı olarak, kimse aksini savunamayacağı bir pozisyonda, iyi bir adamdı, şöyle bir adamdı demenin bile suç teşkil ettiği bir zamanda halk tarafından sevilmeye devam etti. Temelde mazlûmların hakkını savunmak gibi, yani tarihte hakkı yenmiş insanların haklarını iade etmek gibi bir yola girdim. Kâzım Karabekir, mağdur edilmiş tarihî bir şahsiyet. Karabekir yaptıklarını aynı zamanda yazabildi ve bugüne kadar bu yazdıklarıyla gelebildi. Dolayısıyla madem yazmış, madem anlatmış bende bunu insanlara anlaşılabilir bir dille yazdım. Biraz mikro tarih araştırması gibi bir şey. Çünkü Kâzım Karabekir’de kendi gözüyle anlatıyor. Kendi gözüyle anlatılmasına izin verilsin. Tarihte % 100 gerçeği temsil etmez. Tarih hiç kimsenin tekelinde değildir. Nutuk’ta gerçeğin bir kısmını anlatır. İnönü’nün anıları da bir kısmını anlatır. Ama niçin bir insanın yazdıkları İnkılâp Tarihi kitaplarında kaale alınmaz? Dolayısıyla Kâzım Karabekir’in bize söyleyeceği çok şeyin olduğunu gördüm. Neydi bu gerçekler? Kurtuluş Savaşı fikrinin, direniş hareketi oluşturayım fikrinin 1919’da Mustafa Kemal’den çıktığı kanaatinde değilim. Hadd-i zatında kitapta yazmasına rağmen, bu fikrin doğrudan doğruya Kâzım Karabekir’den geldiği kanaatindeyim. Karabekir’in fikirlerini yazdım. Burada aşağı yukarı 1913’e kadar gidebileceğimiz bir muhtemel İstiklâl Savaşı planı var. 1913’te Osmanlı topraklarında nüfusun özelliklerini belirlemek üzere bir çalışma yapılmıştır. 1914’te savaşa girerken Müslümanların ve gayrimüslimlerin çoğunlukta olduğu bölgeler biliniyordu. Böylece muhtemelen savaşı kaybedilmesi halinde nihaî olarak bizim hangi tabana yaslanacağımız, hangi noktaya kadar gerileyeceğimiz, kaybedeceğimiz savaşın ardından kurtarmamız gereken topraklar planlanmıştı. Kâzım Karabekir kurtuluşun Doğu’dan başlayabileceğini söylüyor. Ve kendisinin de bu cephede büyük başarılar sağlayarak İstiklâl Harbine büyük katkılar yaptığını belirtiyor… 1918’de biliyorsunuz Başkan Wilson milletlerin kendi kaderlerini belirleme haklarını savunan 14 noktayı ortaya atınca, orada Arapların kendi kaderlerine kendilerinin karar vermesi tezine hiçbir şekilde karşı çıkmadık. 1918’de Kâzım Karabekir İstanbul’a dönerken aslında 1913’te başlamış olan Enver Paşa’nın ve Teşkilât-ı Mahsusa’nın dahil olduğu kurtuluşun, ancak Doğu’da olabileceği fikri, dayanağımız olan 30.000 kişilik Kafkas Ordusunun 15. Kolordusu’nu muhafaza etmek ve oradan bir kurtuluş hareketini başlatmak vardı. Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasında makaslanan, Mustafa Kemal’in “İstanbul’da tepeden tırnağa herkesin kurtuluş ümidi sizdedir” cümlesini söylemesinin altında bu gerçek yatar. Buradan bakmazsak meseleyi “dümeni kırık bir takayla Mustafa Kemal denize açıldı, Samsun’a çıktı” gibi hiçbir tarihî açıdan geçerliliği olmayan bir efsanenin kucağına oturmuş olur. Karabekir Paşa Mustafa Kemal’i Kurtuluş hareketinin içine çekiyor. Hatta 19 Nisan’da Trabzon’a çıkıyor. Oradan Erzurum’a gidiyor. Bütün ortamı hazırladıktan sonra M. Kemal’i hareketin başına geçiriyor. Bu iddialar doğru mu? Bu Genelkurmay’ın yayınladığı 1971 tarihli devrim tarihi kitabında olaylar aynen böyle aktarılır. Özellikle M. Kemal askerlik görevinden atıldık sonra kendisi istifa eder. O aşamada Mustafa Kemal en zayıf noktadaydı. Resmî görev yoktu. Padişah’ın kendisi verdiği bütün yetkiler geri alınmış durumdaydı. Aksine Karabekir hem 15. Kolordu komutanı, Anadolu’daki en kuvvetli ordunun komutanı hem de Mustafa Kemal’in yetkileri de ona verilmişti. Vekâleten 3. Ordu müfettişliğini üstlenmişti. İsteseydi M. Kemal’i bitirebilecek bir yetkideydi. Hatta İstanbul hükümeti M. Kemal’i tutuklaması için emir gönderiyor. Ancak Karabekir, “Ben bir Türk askerini tutuklama şerefsizliğini gösteremem. Hiç bir zaman hayatımda kanundan ayrılmadım. Bu verdiğiniz emirde askerî kanunlara uygun değildir” diyerek askerlik hayatını da riske atan bir karar veriyor. Ondan sonra Mustafa Kemal’e istifa etmeden önceki gibi “Sizin emrinizdeyim Paşam” diyor. İşte bu kırılma noktası. Neden illa Mustafa Kemal, üstün özellikleri mi var? Şimdi askerde bir rütbe, bir tek rütbe bile önemlidir. Kaldı ki Mustafa Kemal Filistin Cephesi’nde, 2. Ordu, 7. Ordu ve ardından Yıldırım Orduları Grubu komutanı olmuş birisidir. Ama Karabekir hiçbir zaman bir ordu komutanı olmamıştır. Mustafa Kemal’in ordu komutanlığı yapmış olması aralarında böyle bir fark olduğunu gösteriyor. Aslında bunlar askerî bir bakış açısından önemli şeyler. Siz kitabınızda haksız olarak M. Kemal’e Çanakkale’de savaşın komutanı olarak iltifat edildiğini söylüyorsunuz… Her savaşın bir başkomutanı vardır. Şimdi Mohaç Savaşı’nda çok önemli yararlılıkları görünmüş çavuşlar vardır. Biz hiçbir zaman onları anlatmayız. Şimdi bu, Çanakkale’ye gelince değişiyor. Çanakkale Savaşı’nın Başkomutanı kimdi? Teoride Padişah, ama gerçekte Padişah’ın vekili olan Enver Paşa’ydı. Çanakkale’yi Çanakkale yapan, askerleri gönderen, yatırımları yapan iradenin altında Enver Paşa vardır. Aynı şekilde Başkomutanlık Meydan Savaşı’nda meselâ Yarbay Nazım diye birisi olsun. Başkomutanlık Savaşı’nı onun kazandığını anlatalım. M. Kemal’e hakaret olarak değerlendirilmez mi bu? Şimdi Çanakkale yapılan bu. Yahya Çavuş’u, Seyyid Onbaşı’yı anlatıyorsun, başkomutanı anlatmıyorsun. Çanakkale bugüne kadar geldiyse Enver Paşa sayesinde geldi. Dergiler yayımlattı. Kitaplar bastırdı. Çanakkale literatürü varsa, onun sayesinde var. Ama gidin bir tane bile Enver Paşa’nın ismini, resmini göremezsin. Tarihin ne kadar yanlı anlatıldığının bir örneği. 18 Mart günü bizim müstahkem mevkii komutanı Cevat Paşa’ydı. O gün, yine o, orada yoktu. Onun yerine Selahattin Adil Paşa bakıyordu. Oceanların bombaladığı saatlerde Selahattin Adil Paşa komuta ediyordu. Selahattin Adil Paşa’nın ismini değil, tozunu dahi bulamazsın. Peki, niye bunların isimleri yok. Çünkü Enver Paşa’yı bir kahraman olarak göstermek M. Kemal merkezli Cumhuriyet ideolojisine aykırı. Selahattin Adil Paşa’nın Tek Parti döneminde muhalif olduğu için tarihten çıkartılması gerekmişti. İlker Başbuğ döneminde Kâzım Karabekir’in anıldığını söylüyorsunuz. Sizce resmî tarihi bu kadar yaralayan bir insanın anılmasının mânâsı neydi? İlker Başbuğ enteresan tarafları olan birisiydi. 1. Kâzım Karabekir’i Anma Toplantısı gibi bir şey yapılmıştı. Özellikle Karabekir gibi toplumun derinden sevdiği kişileri, resmî ideoloji tarafından dışlanmış olması karşısında bir takım alternatif tarihçilerinin bunları farklı şekilde yorumlayıp kullanmalarının önüne geçmeye çalıştı. Tekrar resmî tarihe eklemlemek için bir harekâta girişti. Fakat sonra bu anlayışın asker içerisinde tutulmadığı anlaşıldı ve terk edildi.